[anadolu home] [contents] [by authors] [by category] [subscription]
Volume 7, No 2, Summer 1997 [back]

Devletperestlik

H. Kadir

Yakin tarihimizin askeri müdaheleler zincirine katilan "28 Subat" Milli Güvenlik Kurulu toplantisi sonrasindaki gelismeler Türkiye'nin çok temel meselelerinin halen çözülmemis oldugunu ortaya koydu. Akl-i selim sahibi olanlar için ise önemli degerlendirmelerin ve özelestirilerin yapilmasi için zengin malzeme sundu.

Bir sene önce yayimlanan bir yazimda ("Görünen Köy...", anadolu vol. 6, no. 2, summer 1996), Türkiye'de "iktidar olmak" ve "hükümet olmanin" ayni seyler olmadigina isaret etmis ve RP'nin yükselisinin yakin tarihteki izini "1946 ruhuna" sürmüstüm. O yazi mustazaflarin iktidara kaçinilmaz yürüyüsü gibi iyimser denilebilecek bir tonla bitiyordu, ama bu yolun zorlu olacagini da hatirlatiyordu. Kendisini iktidar sahipleri arasinda görmeyenler için ise önemli bir soru yöneltiyordu: "Dikkatimizi yöneltmemiz gereken husus, istesek de istemesek de varisi oldugumuz bu geçmisin üzerimizdeki izleri. Bize verilenin ne kadarini öz varligimiza dönüstürüp eritebildik, ne kadari aynamizi karartti?"

Bu yazida bir sene öncenin tesbitlerini gözden geçirip, yukaridaki can alici soruyu açmaya çalisacagim.

Iktidar ve Mesruiyet

28 Subat'la yürürlüge konulan programla hükümet olmanin iktidar olmaya yetmedigini, iktidari paylasma icazetinin Meclis'ten alinmadigini herkes gördü. Iktidar sahibi zümreye, kelimenin olumlu çagrisimlari nedeniyle, "seçkinler" demeye dilim varmiyor. Daha dogru olan tabir "gaspçilar". Gaspçi olmalari mesruiyet zeminlerinin siddetten baska her ögesinin egretiliginden kaynaklaniyor. Sandiktan çikip çikmamak gaspçi olup olmamayla dogrudan baglantili degil. Yani, seçilmeden de toplum tarafindan mesru görülen iktidarlar olabilir; mesela monarsilerde hanedanin sürekliligini saglayan böyle bir mesruiyettir.

Mesruiyet konusunu biraz irdeleyelim. Her iktidar sahibi zümre, dogal olarak, siddet imkanlarina da sahiptir. Ama mesruiyetin tek, hatta belirleyici ögesi bu siddet imkani ise düzenin dengesi biçak sirtinda demektir. Oturmus düzenlerde iktidar sahipleri yönettikleri ile siddet araçlarini ancak belirli kesimlere yönelteceklerine dair açik veya zimni bir sözlesme içindedirler. Siddetin nasil kullanilacagini sinirlayan içtimai anlasmaya "hukuk düzeni" diyoruz. Mesela "suçlu" damgasini yiyenler bu siddete muhatap olurlar. Kimin "suçlu" oldugunu tesbit konusunda ise mesruiyetin diger ögeleri devreye girer. Dogal olarak yönetilenlerin büyük bir kismini "suçlu" durumuna düsürmek düzenin temeline dinamit koymak olur. Bunu siddet imkanlarina yaslanarak yapan iktidar sahipleri olabilirler, ki çogu zaman basiretsizliklerinin isaretidir. Ya da daha baska bir mesruiyet kaynagina inanan --demek ki mevcut düzenin kenarinda kalan-- küçük gruplar olabilir, peygamberler genellikle bu siniftandirlar.

Yönetilenler her zaman daha kalabalik olduklari halde kisitli bir kesimin iktidarini niçin kabulleniyorlar, neden bu anlasmada onaylayici oluyorlar? Bu sorunun çogu zaman cevabi, "alternatiflerde kaybedecek seylerinin daha çok olduguna inandiklari için"dir. Mümkün olan iktidar sahiplerinin ve düzenlemelerinin en ehveni olduguna inandiklari müddetçe düzene destek verecekler, en azindan muhalefet etmeyeceklerdir.

O halde, her iktidar yönettiklerini "en iyisi" olduguna ikna etmek zorundadir. Burada "egitim" isin içine girer. Yönetilenlerin iktidar sahiplerinin gözlüklerinden durumu degerlendirmeleri ve "yanlis" kistaslara yönelmemeleri için egitilmeleri gerekir. Verilmek istenilen kistaslarin toplumun mevcut degerlerine uzakligi nisbetinde, egitimin iktidarin arzuladigi neticeyi vermesi zorlasir. Bu zorlugun iki temel sebebi vardir: Birincisi, birey seviyesinde çeliskili degerlerin verilmesi bilissel uyumsuzluga yol açar; bireyin bunu hangi yönde çözümleyecegi ise seçenekleri ve fitrati arasindaki iliskiye baglidir. Ikincisi, mevcut degerler iktidar için muhalefet zemini teskil ettiginden, egitimin hemen tüm toplumu kusatacak çapta bir proje olmasi --yani pahali olmasi-- gerekir.

Yukaridaki iktidar--yönetilen iliskilerini yasamamiz oldukça karmasiktir. Ayni anda birden fazla bu tür iliskiler içindeyizdir: aile içinde, mahallede, is yerimizde, "ülkede" ve nihayet dünyada. Bu iliskiler birbirinden bagimsiz olmayip, karsilikli etkilesim içindedirler. Üstelik, bazilarinda iktidar sahibi bazilarinda yönetilen durumundayizdir. Bu iliskiler aginin her dügümünde ne kadar benzer mesruiyet zeminindeysek birey olarak o kadar huzur içindeyiz demektir. (Sekülerlesmenin yarattigi bunalim bu dengeyi bilhassa bozmasindan kaynaklanmakta.)

Buraya kadar "devlet" lafini kullanmaya gerek kalmadi. Belki devleti iktidar iliskilerinin belirli bir cografi mekanla sinirli olarak tecelli ettigi en büyük düzen olarak tarif edebiliriz. Aslinda bir dünya iktidarinin varligi da göz önüne alinirsa, ikinci en büyük demek daha dogru olur, fakat bireyler olarak dünya iktidarinin hemen her zaman bir "devlet" araciligiyla muhatabi oluruz. Türkiye'deki durum açisindan ise "devlet" iktidar mücadelesinin yapildigi bir alandan da öte, iktidar mücadelesinde rolü olan bir deger olarak mevcut. Hatta denilebilir ki, devlet, iktidar sahibi zümre ile yönetilenlerin genis bir kesimi arasinda tek ortak deger gibi durmaktadir. Bu hususu asagida daha detayli ele alacagim.

Yeniçeri Sendromu

Giriste sözünü ettigim bir sene önceki yazimda, günümüzde devlet seviyesinde süren iktidar mücadelesinin silsilesini 1826'da Yeniçeri Ocaginin kapatildigi "Vaka-i Hayriye"ye kadar sürmüstüm. 28 Subat sonrasinda askerlerin öne çiktigi durumu Yeniçerinin kazan kaldirmasina benzetenler çikti. Dogrusu cazip yönleri olan bir benzetme idi: Asker yeniçeri, TÜSIAD esnaf, savci ve yargiçlar ulema rollerinde olarak (basin için de dedikodularin dagitimini yapan hamam tellaklari diyebiliriz) klasik bir kazan kaldirma eyleminin aktörleri gibiydiler. Fakat bu benzetmede temel bir problem vardi: Gazabin hedefi olarak görünen Refah Partisi iktidar zümresinin disindaydi. Halbuki Yeniçeri ayaklanmalari iktidar zümresi içinde hesaplasmalarin bir araci idi, hariçtekiler için etkisi ise bu çatismalari kullanabildikleri miktarda ârâziydi. Yani, Refah Partisi ve onun bahanesiyle hedef alinan kesim bir Vaka-i Hayriye gerçeklestirecek derecede iktidarda hisse sahibi degildi.

Hükümet istifa eder etmez esas Yeniçeri oyunu baslamis oldu. "Tam resmi" basinin, askerlerin gündemlerinden irtica bir anda düstü ve Tansu Çiller hedefe yerlesti. Olay simdi iktidar zümresinin kendi iç hesaplasmasi sekline dönüsmüs oldu. Bütün bu olup bitenlerde umutsuz olmaya gerek yok:

Iktidardaki zümre hakikaten göründügü kadar cahil ve dar görüslü. Iktidar, yönetilenler için hazirladigi egitimi kendisine uygulamis ve kendi kendini kandirmayi basarmis sanki. (Harp Akademisinde tarih diye ne okutuyorlar acaba?) Refah Partisini iktidara tasiyan taban hareketinin niteligini görmekten uzaklar. Kendileri için en kritik zamanda kendi kendilerini yemeye düsmelerini baska türlü izah etmek zor.

Tansu Çiller çok önemli. Tansu Çiller'i bulundugu liderlik konumuna getirenler simdi onu harcamaya çalisiyorlar. Fakat yutabileceklerinden büyük bir lokma ile karsi karsiyalar. Tansu Çiller'in kisisel hirsinin büyüklügünü iyi degerlendiremediler. Fakat Çiller'i ellerinde patlayacak bomba haline getiren en önemli özellik su: Çiller iktidar sahibi kesimin büyük kismi gibi yönetilenlerin degerlerine uzak, ama iktidar sahiplerinin "kutsal devlet" degerine de çok uzak. Kendisini tehlikede gördügü anda "devletin bekasi" falan gibi seylere aldirmak zorunda degil, gerekirse çok seyi devirmekten çekinmeyecek gibi duruyor. Nitekim sözde "casusluk" skandali nedeniyle Çiller ve yakin çevresinden olan eski Içisleri bakani Aksener generallerin üzerine pek görülmemis cüretle gittiler. Pasalarin dis doldurur birsey söyleyemedikleri basin toplantilarina mecbur kalmalari insiyatifin ortada oldugunu gösteriyor. Çiller'e karsi elde tek umut kapilari Demirel. Dogrusunu söylemek gerekirse, Çiller gibi birisinin iktidar kadrosunun itinayla yetistirdigi asker-sivil önde gelenlerini böyle hirpalayabilmesinde keyif verici bir yön var. Bu baglamda Refah Partisi liderlerinin Çiller'in yolsuzluk dosyalarinin kapatilmasina evet demelerine ince ve uzun görüslü bir siyasi manevra olarak bakabilir miyiz? Karar vermek için henüz erken.

Kapitalistlerimiz

Bu seferki iktidar mücadelesinde TÜSIAD ilginç bir durum arzediyor. TÜSIAD'in temsil ettigi is çevreleri normal anlamda iktidar zümresinin belirleyici ögesi degillerdi, asker-sivil bürokrasinin denetimiyle toplumdan rant toplayan bir kesim havasi hakimdi. Yeniçeriler son dönemlerinde esnaf için müsteri olmanin ötesinde, pazarda esnaf olarak da faaldiler. Simdi ise Ordu Yardimlasma Kurumunun (OYAK) önde gelen kapitalistlerle çesitli ortakliklari bunu andiriyor. "Kendilerinden olmayan" ve rakip olabilecek sirketleri askerlerin boykot etmeleri ve bunu neredeyse açik açik söylemeleri "muz cumhuriyeti" havasini kitleler gözünde pekistiriyor.

Nereye kadar?

Kisacasi gaspçilarin beceriksizlikleri, digerleri için hareket imkanlari yaratabilir. Fakat iyi bir hesaba çekilmesi gereken "devlet" degeri var. Dört sene önceki bir yazimda, Müslümanlarin devlete bakislarini degistirmeleri gerektiginden bahsetmistim ("Hangi Devlet?" anadolu, vol. 3, no. 2, May 1993). Devletin bekasi en yüksek deger olamaz, bu dogrudan "devletperestlige" çikar.

Giriste sözünü ettigim yazimin alintiladigim bölümünde "varisi oldugumuz geçmisin üzerimizdeki izleri"nden bahsediyordum. Buradaki izler arasinda en önde geleni devlet. Çagdas iktidarin israrli imalarina ragmen bu devletin bizim için mesruiyetinin uzak geçmisde (Osmanli) varoldugu farzedilen bir içtimai anlasmaya dayanmadigini görmek lazim. (Gariptir ki ayni iktidar tam tersi imalarla Alevileri yanina almaya çalisiyor.) Devletin devamliliginin "iyi" olmasi ancak taraflara sagladigi  faydanin makul dagilimi halinde söz konusudur. Müslümanlar kendi degerlerinin belirleyici olmadigi politikalari savunmak zorunda degiller. Bunlara simdiki iktidar zümresinin atalari olan Ittihatçilarin irkçi politikalari da dahil, simdi Güneydogudaki savas da. Islam dünyasinda bizim de ait oldugumuz gelenek içinde, iktidar sahiplerine baskaldirmak en son seçenektir. Ama bu tercih devletperestligi gerektirmiyor. Ana babaya itaatin bile hududu varken, devlete bunun ötesinde birsey neden gereksin?

Seyhülislam, veziriazam ve kethüda

©1997 anadolu
This article can be reproduced provided that full credit is given to anadolu
Bu yazi anadolu'ya atif yapilmak kaydiyla kopyalanabilir.

For your comments / Yorumlariniz için anadolu@wakeup.org
Please reference the article title, volume, and number
Lütfen yazi basligi, cilt ve numarayi belirtin